İçinde bulunduğumuz yüzyılda gittikçe popülerleşen sanat, beraberinde bir sürü sorun ve soruyu peşinde getiriyor. 2017’nin ilk çeyreğinde, dönemin en büyükmüzayede evlerinden biri olan Christie’s Müzayede Evi’nde satışa çıkan, Leonardo Da Vinci’ye ait olup olmadığı hala uzmanlar tarafından tartışılan “Salvator Mundi” bu zamana kadar bir müzayede evinde satılmış en pahalı eser olarak tarihe geçti. Sanat tarihi yazımı içerisinde sık sık yer bulan sanatsal değer ve ekonomik değerin arasındaki ilişki bu durumla tekrardan körüklenmiş oldu. Buradaki en büyük sorun belki de sanat eserinin güzellik değerinin estetik bağlam içinde açıklanmasında yatar. Çünkü sanatta obje ve süje arasındaki ilişki ne yazık ki Kant’tan beri içine hapsolduğu formalist köklerinin izini taşımaktadır. San Diego Üniversitesi Sanat Tarihi profesörü Maurizio Seracini ve ekibi 2000’li yıllarda kültür arkeolojisi diye nitelendirebileceğimiz bir buluşa imza atıyorlar. Floransa’daki Vecchio Sarayı’nın 500’ler salonunun duvarlarında gerçekleşen buluş, Leonardo da Vinci’nin “Anghiari Savaşı” isimli eserle onu tıpkı yeşil bir küf gibi kaplayan Vasari’nin “Marciano Savaşı” eseri arasında gerçekleşiyor. Sergiye de ismini veren bu benzetme, tıpkı toprak altında korozyona uğramış obje gibi tanımlıyor Leonardo’nun eserini. Sami Aslan’ın geliştirdiği sergi projesinin ismine ilham veren ise Emre Zeytinoğlu’nun Sanatta Yeni Popülerleşme yazısında bahsi geçen ‘yeşil küf’ metaforudur. Walter Benjamin’in Pasajlar kitabında “Bronz bir yapıtın üstündeki yeşil küfün kimyasal çözümlemesi o yapıtın hakikiliğinin saptanmasına yardımcı olabilir.” demektedir. Sergi ise hakiki olan eserin hangisi olduğunu sorguluyor, küfün altındaki mi yoksa küf ile birlikte var olan eser mi? İzleyicilere arkeolojik bir kazı deneyimi de yaşatacak sergi aynı zamanda onu bir araştırmacı konumuna sokarak, tarih yazma sürecinin bir parçası haline getiriyor.
Bilal Yılmaz’ın “Objelerin Anıları” serisindeki işler, buluntu objenin yeni bir form almadan önceki ham halinin şehirdeki konumsal varlığına ve çağrışımlarına değiniyor. Gezinti, araştırma ve üretim sürecinde, şehirde sanatçının karşısına çıkan şeylerin, atölyede arızalı bir yaklaşım ile ele alınmasıyla ortaya çıkan yeni estetik formlarının, buluntu objelerin kimliğine ve hikayesine dair bir şeyler söyleyebilme çabasıdır.
Deniz İkizler’in Otoperformans başlıklı çalışması, daha önceki performanslarını tek bir performansla birleştirirken performans sanatında “otoperformans” niteliğini irdeler ve son aşamada performansını enstalasyona dönüştürdüğü bir fikirle hareket eder. Sanatçı, bu iki sanat türünü bir araya getirirken, aynı zamanda bir performans sanatının izleyici önünde ilk defa gerçekleşme anını, ardından video, fotoğraf, enstalasyon şekline dönüşerek sergilenmesinin her bir katmanını sorgulamaya açar ve izleyiciye izlediğinin ne olduğu sorusunu sorar.
Eda Aslan’ın üretimlerinin her bir parçası kimi zaman kentin içinde saklı kayıp bir mekana, kimi zaman ise kendi kişisel tarihinde hatırlayabildiği zamana ve parçalara odaklanmaktadır. Bugünün gözünden bu mekanlara, parçalara baktığında ise kaydetme temelli bir obsesyon hali üretimlerinin merkezinde yer almaktadır. Bugün büyüdüğü, yaşadığı ve ürettiği coğrafyada mekanların, nesnelerin ve hafızanın nasıl bir anlatı oluşturabileceğini sorgular.
Giuseppe Lo Schiavo’ya ait bu fotoğraf çalışmasına konu olan heykeller, 1972 yılında Romalı kimyager Stefano Mariottini tarafından, Tiren Denizi’ndeki dalışı esnasında öncesinde bir ceset sandığı objenin aslında iki heykel olduğunun keşfedilmesiyle ortaya çıkmış. Milattan önce 5. Yy’a ait bu Yunan heykelleri, bronz sanatının en güzel örneklerinden kabul ediliyor. Şu an Reggio Calabria’daki Ulusal Müze’nin kalıcı koleksiyonunda yer alan heykellerin restorasyon çalışmaları devam etmesine rağmen kimlikleri hala açıklanamamaktadır. Yapılan son çalışmalarda Bronzo A’nın Ares’in oğlu, kahraman Tydeus olduğu varsayılıyor.
Gökçe İrten, “Sana Dün Tepeden Baktım Aziz İstanbul” isimli yeni serisiyle izleyiciyi İstanbul’da geçmişin izini sürmeye davet
ediyor. Kolaj üretimlerinin yanında son dönemde yeniden seramik geçmişinden faydalanan sanatçı, İstanbul’un çok kültürlü dokusuna ve betonlaşmış ruhuna odaklanırken binlerce yıldır farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış şehrin yığılmış hayatlarını ve çarpık şehirleşmesini bir adım geriden izlememize olanak tanıyor.
Horasan “siyahlar” isimli serisiyle, siyah bir zemin üzerinde rastlantısal olarak bir araya gelmiş ve katman katman işlenmiş desenleri izleyiciye sunmaktadır. Suyun bir yüzeyde sistemsiz hareketiyle kendi yolunu oluşturması gibi mürekkebin kağıt üzerinde yaptığı bilinçsiz dansın ürünü olan tesadüfü çizgiler ile zaman kavramını yeniden yorumluyor. Doğa ile insan arasındaki mücadeleye vurgu yapan heykelinde ise istediği taktirde kazananın daima doğa olacağından bahseder. Zamanı ve mekanı anonim olarak ele alan yapıt, doğa tarafından ele geçirilmiş ve biyolojisi biçim değiştirmeye yüz tutmuş bir figürden oluşmaktadır. Doğa ve insan arasında gerçekleşen bu tepkime hali izleyicinin bireysel yorumuna açıktır.
Nergiz Yeşil’in “Aynı Köken Farklı Türler ‘Diğer Olası Normaller’” başlıklı yeni serisi, tanıdık canlı formlarını kastederek, başka olası ya da olası olmayan türlerin var edilmesi, bu var ediş için kombucha kültüründen elde edilen organik yapının (ana/scoby) kullanılması ve nadire kabineleri (cabinet des curiosités) tavrındaki dolaplarla teşhir edilmesine ek olarak canlının olası yaşam bilgisine referans veren sanatçı kitabı ile bir bütün olarak kurgulanmıştır. Kümülatif yapılı olmalarının ön kabulü ile tarih yazımının göreceliğine ve epistemolojiye alternatif bir zihinsel gerçeklik ortaya koyarak eleştiri getirilmektedir.
Sami Aslan eserlerinde, yüzey üzerinde geçmişin izlerini hissettirmeyi ve izleyiciyi geçmişin gizemine doğru yolculuğa çıkarmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken tarihsel dokümana bağlı kalmadan arkeolojik alanı yeniden kurgulayarak kendi duyusal alanını yaratma çabası içerisinde, belleğinin eskiye olan ilgisini sorgulamaktadır. Bu sorgulama, bir hesap sormadan ziyade, alt belleğe yolculuğun kapılarını aralayarak, yeniden kurgulama sürecinin nedenlerini irdeleyerek zihninde oluşmasını istediği özgürleşme arzusunu barındırmaktadır.
Sırma Doruk güncel çalışmalarında kimliği merkeze alan bir perspektiften normları, görsel ve işitsel oldurulmuşlukları inceliyor. Algılama faaliyetinin ortaya çıkardığı temel problemleri olgu ve fenomen eleştirisi üzerinden ele alıyor. Video ve yerleştirmeyi kullandığı işlerinde imgelerle oluşturulmuş anlamları bölüp döngüsel veya tesadüfi farklı düzlemlerde yeniden bir araya getirerek bir bütün oluşturuyor. Sesi de görüntü ile asenkron kullanarak algının ve anlamın değişkenliğini vurguluyor.
Sinan Logie’nin üretimi, mekan-beden- zihin üçgenine yoğunlaşan bir içe ve dışa bakış süreci olarak görülebilir. Bu yolculuk esnasında, sanatçının pratiği malzemenin üretim sürecindeki bozulmalarına izin verir.